NAKAGIN KAPSÜL KULESİ VE ÇAĞDAŞ KENT YAŞAMI
1961
yılında Sovyet kozmonotu Yuri Gagarin uzayda, uzay kapsülü Vostok-1 ile dünya
çevresinde ilk defa uçuş yapan ilk insan olarak tarihe geçmişti. Ve böylelikle
kapsül; insan medeniyetinin evrenin uzak bölgelerine gidişini sağlayacak bir
araç olarak görüldü.
Japonya’da
şehircilikteki büyüme ve çok devasa bina inşaatlarının patlama seviyesine
çıkması ekonomik iyileşmeyi tetikledi.
Kurusowa’nın
inşa ettiği Nakagin kapsül kulesi, dünyada yaşam birimi olarak inşa edilen bir
kapsül örneğidir. Nakagin 53,5 metre mütevazı yüksekliği ile eşsiz alışveriş
yani tüketim bölgesi Ginza’nın üzerinde yapılmıştır. İki büyük dolaşım kulesi,
merdiven boşlukları ve asansörleri ile tıpkı dalları ile birlikte bir ağaç
gövdesi gibi, ek kapsülleri ile destekler. Daha önceki hava üstünlüğü şimdi
200m yükseklikteki gökdelenler bölgesi tarafından ele geçirilmiştir. 140
kapsülün muhafazaları, rüzgâr ve hava koşullarına maruz kalma ve yerleşime
bağlı olarak yoğunluklarının değişmesinden etkilenmiştir. Nakagin aslında hafta
içi geç saatlere kadar çalışan beyaz yakalı işçilerin, sistem söylemiyle ’’iş
adamları’’na ekonomik barınma imkânı sunmak üzere tasarlanmış bir kapsül
oteldir. Ancak bu yapı otel formunda kullanılmamıştır. İçerisinde uygun
depolama locaları vardır ve modern şehir göçebesinin ihtiyaç duyacağı her şey
satılmaktadır.
Ancak
bu dünyanın en ünlü deneysel yaşam ve çalışma alanının denekleri artık
huzursuzluklarını yazılı olarak dile getirerek yapının yıkılmasını talep
ediyorlar. Yıkılma talebinde bulunan 100’den fazla mülk sahibi bütün dünyaya
yayılmıştır. Japonya’daki oy birliğiyle karar verme geleneği Nakagin’ de etkili
olmuştur.
Tokyo’daki yapı içinde yaşayanların başlattığı
bu kampanya 4 metreye 2,5 metrelik tasarımcının fütüristik idealizmin ürünü
kapsüllerdeki yaşamın gerçeğini yansıtıyor. Değişik kentsel yaklaşımları
Japonya’nın savaş sonrası dirilişinin simgesi haline gelen metaboilzm
hareketinin az bulunur yapısal bir örneği olan kule, şu an köhnemiş durumda.
1972
yılında inşa edilen Nakagin’in sefil ve sıkışık koşullarda yaşamaktan bıkmış
olan ve iki yıl önce binanın yıkılması yönünde oy kullanan sakinleri, şimdi
onun yerine daha modern, büyük bir kule inşa edecek yatırımcıyı bekliyorlar.
Nakagin’in hala ayakta olması ise, tarihi değerinin anlaşılıyor olmasıyla
değil, yaşanan küresel ekonomik krizle ilgili. Nakagin’in varlığı daha önce
tercih edilmemiş yolların ve farklı değerlerle şekillendirilebilerek farklı
dünyaların güçlü bir hatırlatıcısıdır. Kapsüllerin gemi pencerelerine benzeyen
daire şeklindeki pencereleri, dev gözetleme deliklerini andırıyor. Bina giderek
daha göçebe hayatlar sürmeye başlayan beyaz yakalı işçilerin sembolü oldu.
Nakagin gibi eserler artık kültür mirası değil, iş olarak görülüyor. Nakagin
kapsül kulesi mimari trajedi değil, zamanın çarpıtılmasıdır.
Kent
organiktir. İnsandan beslenir. Kente dev bir fabrika, insanına malzeme ve ürün
muamelesi yapılan bir kent, ölüme mahkum edilmiştir. Fabrikaya kar etmesini
sağlayacak yeni bir makine alma mantığıyla kente yapılan her müdahalede, kentin
insanları malzeme ve ürün olarak ayrıştırıldığı zaman, kent organik sürecinden
çıkarılır, neresinden tutarsanız tutun, elinizde kalır. Çünkü yatırımlar bir
kentte toplandığı noktada, iş gücü de bir kentte toplanır. Kent genişledikçe
kentin merkezi de genişliyor, mahalleler yıkılıyor, yüksek katlı yapılar inşa
ediliyor, yüksek katlı yapılarda çalışacak insanların yaşaması için yüksek
katlı konutlar inşa ediliyor. İşte tam burada devreye aidiyet kavramı giriyor. Peki,
sistem nereye ait olmamızı emrediyor? İnsanlar neden yüksek katlı binalarda kendini
güvende hissediyor? Çünkü artık toplum için tembel var olma durumu saplantı,
yaşam biçimi haline gelmiş durumda. İnsanlar birileri tarafından fark
edilmekten korkuyor, kalabalığın içinde yürüyüp, metro yada otobüs duraklarına
zincirleniyorlar. Sokaklar, caddeler bürokratik giysiler içindeki kadın ve
erkeklerle dolu. Modern yaşam adı altında evlerinde ya da trafikte sıkışık
kalan insanlar, sistemi sorgulamadan artık kör kuyudan kurtulmak istiyorlar.
Bireyler tembel var olma durumundan bir an olsun bile kurtulmayı düşünmüyorlar.
Kendi konutlarında yani yüksek katlı binalarında hak iddia etmekten bile çekiniyorlar.
Sistem bunu emrediyor ve sistematik bir şekilde uygulatıyor. Çağdaş kent
yaşamını biraz olsun rahatlatmak ya da hızlandırmak adına çeşitli çözüm
önerileri getirilmiş. Kurokawa’nın kapsül kulesi buna örnektir. 53,5 metre
yükseklikteki bu kapsül, insanlara 4 metre karelik kutularda yaşama olanağı
sunmuş, fakat şu an köhnemiş durumda. Yerine yeni bir gökdelen inşa edilmesi
için bekleniyor. Yani artık çözümler de çürüyor. Mahalleler üst üste konmuş
kutulara sığdırılmaya çalışılıyor. Fakat hiçbir çözüm buna yetmiyor.
Mahallelerde
yaşayan insanlar için uzaklarda başka yüksek katlı yapılar yapılıyor,
insanların adı ev olan küçücük kutulara hapsolmaları isteniyor. Bu iş imkânları,
yaşam alanları ellerinden alınmış insanlardan eğitim parası, ‘’güvenlik’’
parası, aydınlatma parası vs. parası alınıyor, hatta daha fazlası isteniyor.
Neden? Çünkü o üst üste konmuş kutuların da bir maliyeti var. Birileri
insanlara sınırlarını çiziyor, burada yaşa işte ve kenti bize bırak diyor.
Sistemin en büyük gücü insan egosuyken, gerektiği yaşam alanın da beslemesi
gereken en önemli his yine insan egosu haline geliyor. İnsanlar konforlu yaşam
adıyla, yüksek katlara, güvenlikli sitelere hapsoluyor. Önce kendini dünyaya
kapatıp, sonra sokağı kendi içinde kapalı hale getiriyor. En sonunda da kendi
‘’güvenli alanından çıkmaya korkar hale geliyor. İnsanlar kendilerini unutup,
tanımaz hale geldiklerinde kendilerine yabancılaşmış oluyorlar. Böylece
insanlar kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancı kalıyor ve
kapitalist pazarın bir unsuru olarak işleyen çarklar haline geliyorlar.
Zemin
uygun olmasa da kat sınırını aşan binalar yapılıyor, rüzgar dengesi bozuluyor,
gökdelenlerin gölgesi sokaktaki iklimi değiştiriyor.
İnsanlar
hep bir yerlere geç kalıyorlar, hava kötü yol kapandı, hava güzel herkes
sokakta, her zaman böyle olmaz diyerek kendilerini ikna ediyorlar. Sonuç olarak
insanlar beton yığınları arasında kalmış, ölüme mahkûm edilen kentleri, kendi
benliklerinden daha çok seviyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder