Mutluluğun göreceli olduğunu bugünlerde daha etraflıca keşfediyorum. Hevesler, umutlar, istekler, öğrenme azimleri, sabırlar... Bu malzemelerin hepsini bazen buzluğa koyabiliyor insan. Kendini dinlemek, yoluna yön vermek, ''Bi daha mı geleceğim dünyaya!'' formülünü uygulamayı gözden geçirmek, parmaklarını, rüzgarı, yalnızlığını anımsamak için bir mola aslında. Bu molaya ihtiyaç var mı ya da kimler bu molayı vermeli bilmiyorum. Bence önemli olan tüm lazım olan malzemeleri yeniden buzluktan çıkaracağını hiç aklından çıkarmamak.
Bazen öyle çok yoruluyoruz öyle çok yorgunluğun yoğunluğunu yaşıyoruz ki '' Hiç iyi değilim.''ler dansa davet etmeye başlıyorlar. Her zaman da güçlü olmak sökmüyor demek... Kırılıveriyoruz, inceliyoruz, kopa yazıyoruz. Sonrası ya sızlanmalar ya da suskunluklar... Suyun aktığı yöne bakmayı unutuyoruz. Akıntıya kürek çekip neden olmadığına akıl sır erdirememeyi uyguluyoruz. Bu dönemde rüyalar üstümüze yağıyor. Bazen kovalıyor, bazen boğuyorlar. Ama unutmamamız gereken bir nokta var. Akıntıyı takip edip, hızlanmak için kürek çekersek, suyun kenarında papatyaların açtığını, rüzgarın sıkı sıkı sarıldığını göreceğiz.
Sen de yoğun ve yorgun isen bi mola ver, belki iyi gelir...
buralar hep nazlık...
7 Nisan 2018 Cumartesi
10 Mayıs 2017 Çarşamba
Zaman Zaman...
Zaman öyle bir kavram ki; insanın bir türlü tanımlayamadığı ama tanımlamak için de sürekli tepindiği bir deniz ya da uzaktan bakınca bir avuç su... Bu suyun içinde dönüp durdukça kabuğumuz başkalaşıyor. Yeri geliyor bu kabuk saydam oluyor, yeri geliyor kaskatı kesiliyor.
Mesela ben bu süreci hep kaydetmek istiyorum. Sürekli notlar alıyorum, fotoğraflar çekiyorum, videolar kaydediyorum ve bazen bunları sosyal medyadan paylaşıyorum. Çünkü unutmaktan çok korkuyorum. Etkilendiğim bir rüya gördüğümde de gece uyanıp onu yazıyorum. Okuduğumda yine aynı hissi yaşayabiliyorum. Yıllarca görüşmediğim birinin sesini beynimde hep canlı tuttum, çünkü o zamanlar o sesi kaydetme şansım olmamıştı. Bazı geceler beynimde o sesin pratiğini yaptım. Yıllar sonra o sesi tekrar duyduğumda yaşadığım mutluluğu buraya yazarak tarif edemem. Hem beynimde sürekli yaptığım pratiğin başarılı olduğuna, hem de o sesin hiç değişmediğine sevindim. Bunu başardığım için hala ''Bu saçmalığı iyi ki yaptın.'' diyorum kendime. Dönüp bakınca da aslında geçmiş zaman kavramını kendim oluşturmuş gibiyim. Hatırlamak istediklerimi kaydedip, beynimde canlı tutup, hatırlamak istemediklerimi zaman denen suyun dibine itiyorum.
Artık bu konuya daha şeffaf yaklaşıyorum sanırım... İçimdeki devasa boşluğu kenarlardan minik minik doldurarak küçültüyorum. Geriye dönünce özlemler ve pişmanlıklar bana artık bugünün tebessümünü hediye ediyor ya da bu yaşta aldığım bu hayatı olumlama kararı benim içimde sıcacık bir soba oluyor. Bende üzerine kestaneleri dizip keyif yapıyorum.
Yani anlayacağınız şu sıralar kestane kebap!
Mesela ben bu süreci hep kaydetmek istiyorum. Sürekli notlar alıyorum, fotoğraflar çekiyorum, videolar kaydediyorum ve bazen bunları sosyal medyadan paylaşıyorum. Çünkü unutmaktan çok korkuyorum. Etkilendiğim bir rüya gördüğümde de gece uyanıp onu yazıyorum. Okuduğumda yine aynı hissi yaşayabiliyorum. Yıllarca görüşmediğim birinin sesini beynimde hep canlı tuttum, çünkü o zamanlar o sesi kaydetme şansım olmamıştı. Bazı geceler beynimde o sesin pratiğini yaptım. Yıllar sonra o sesi tekrar duyduğumda yaşadığım mutluluğu buraya yazarak tarif edemem. Hem beynimde sürekli yaptığım pratiğin başarılı olduğuna, hem de o sesin hiç değişmediğine sevindim. Bunu başardığım için hala ''Bu saçmalığı iyi ki yaptın.'' diyorum kendime. Dönüp bakınca da aslında geçmiş zaman kavramını kendim oluşturmuş gibiyim. Hatırlamak istediklerimi kaydedip, beynimde canlı tutup, hatırlamak istemediklerimi zaman denen suyun dibine itiyorum.
Artık bu konuya daha şeffaf yaklaşıyorum sanırım... İçimdeki devasa boşluğu kenarlardan minik minik doldurarak küçültüyorum. Geriye dönünce özlemler ve pişmanlıklar bana artık bugünün tebessümünü hediye ediyor ya da bu yaşta aldığım bu hayatı olumlama kararı benim içimde sıcacık bir soba oluyor. Bende üzerine kestaneleri dizip keyif yapıyorum.
Yani anlayacağınız şu sıralar kestane kebap!
17 Nisan 2017 Pazartesi
Yeniden...
Çok uzun zaman oldu yayınla butonuna basmayalı. Bu sürede hep biriktirdim. Fazlalıklarımı yolda bıraktım ve yürümeye devam ettim. Sonra yürürken yıllar önce kaybettiğim çok önemli bir parçamı buldum ya da o beni buldu bilmiyorum. Bu parça yeni başlangıçlara yelken açmama sebep oldu.
Okumak, yazmak, koklamak, keşfetmek şimdi daha keyifli sanki. Bu his ritmin dile dolanması gibi. Fark etmeden hep aynı şarkıyı söylemek gibi. Zamanı gelmiş miydi tazeliğin, yoksa zamansız tazelik mi bu kadar heyecan verici? Buna tazelik karar versin. Ama insan gerçekten sıfırlanabiliyormuş. Bu kadar kaotik bir metropolden böyle güzel hisler de yazılabiliyormuş. Kendimi hiç yazılmamış defterin ilk sayfası gibi hissediyorum. Ne yazılacağı belirsiz ama, bir yandan da bu belirsizliğin heyecanını yaşamak müthiş.
Bir taraftan da zamanın hızına şaşırıyor insan. Evet güzel hisler insanı güçlü ve canlı kılıyor ama, zaman bağımsızlığını ilan ederek ilerliyor sanki. Bir şeyleri kendine bile anlatmadan unutuyorsun. Koşuyorsun ama bir türlü yakalayamıyorsun. Hatta dur biraz daha koşayım sonra durup dinlenirim diyorsun ama sigara gibi bir türlü bırakamıyorsun. Sigarayı bırakmak kadar radikal bir karar vermek gerekiyor sanırım. Mutluluk gibi bu da göreceli mi yoksa?
26 Aralık 2013 Perşembe
30 Eylül 2013 Pazartesi
ARKANA BİLE BAKMA
Kent, yaratıcısını içinde yaşatabilen bir diyalektiktir.
İnsan doğaya ait olmasına rağmen, doğadan kendini korumak ister ve arayış
içerisine girer. Kent de böyle ortaya çıkmıştır, yani insan tarafından
yaratılmıştır. Aslında baktığımızda kent, insanın değişimini de ortaya
koyabilen konsept bir oluşumdur. Bu değişimde endüstriyel kapitalizm ve
insanları eteğinde sallayan teknoloji göz ardı edilemez. Kent yaşamı bu temel
dinamiklerin üzerine inşa edilmiştir. Bu devasa düzene kuş bakışı baktığımızda,
kapitalist sistemin kar marjını arttırmak adına didinen koskocaman bir sürü
gözümüze çarpar.
Kent düzeni bizi sürekli kovalar. İşe yetişiriz, otobüse
yetişiriz, akşam yemeğine yetişiriz, doktor randevusuna yetişiriz, toplantıya
yetişiriz. Bu yetişmeler bizi bunalttığında ise sinemaya yetişiriz, konsere
yetişiriz, tiyatroya yetişiriz, alışveriş merkezinin sakin saatlerine
yetişiriz, yetişiriz, yetişiriz... Hafta içi hayatının tüm bunaltıcılığı insanı
eğlenme, para harcama, aktivitelere katılma zorunluluğuna iter. Yani hem
ekonomiye hem de sisteme katkı sağlamış olur.
Kentte zaman sürekli
hızlanır ve o hızlandıkça adımlarımız da hızlanır. Bir bakmışız artık koşuyoruz
ve ne tuhaftır ki otokontrolümüzü kaybetmişiz, artık duramıyoruz. Kentin
makineyi andıran ritmi bizi de çoktan içine almıştır. Farkına bile varmadan,
ancak kuralların izin verdiği ölçüde özgür yaşayabiliriz.
Bu kaosta yaşam
alanlarımız bizim için geçici bir kurtarıcıdır. Ama artık yaşam alanlarımızın
sabit kalacağına ya da değişeceğine kent karar veriyor. Fiziksel ve sosyal
dönüşüm kent için bir nefes alıp verme şekli olduğundan bu durumda da son sözü
yine kent söylüyor. Alt sınıf kendi düzeninden, yaşam alanından koparılıp uzay
boşluğuna bırakılıyor ve kalan boş alan için kent yerleştirmelere başlıyor. Sonunda
yüksek vitrinlerin ardından kaosu izleyecek, farkına varacak zamanımız ve
bilincimiz kalmıyor. Öyleyse bir gecede kızaran domatesin ağzımızda bıraktığı o
plastik tatla tam gaz koşmaya devam!
NAKAGIN KAPSÜL KULESİ VE ÇAĞDAŞ KENT YAŞAMI
1961
yılında Sovyet kozmonotu Yuri Gagarin uzayda, uzay kapsülü Vostok-1 ile dünya
çevresinde ilk defa uçuş yapan ilk insan olarak tarihe geçmişti. Ve böylelikle
kapsül; insan medeniyetinin evrenin uzak bölgelerine gidişini sağlayacak bir
araç olarak görüldü.
Japonya’da
şehircilikteki büyüme ve çok devasa bina inşaatlarının patlama seviyesine
çıkması ekonomik iyileşmeyi tetikledi.
Kurusowa’nın
inşa ettiği Nakagin kapsül kulesi, dünyada yaşam birimi olarak inşa edilen bir
kapsül örneğidir. Nakagin 53,5 metre mütevazı yüksekliği ile eşsiz alışveriş
yani tüketim bölgesi Ginza’nın üzerinde yapılmıştır. İki büyük dolaşım kulesi,
merdiven boşlukları ve asansörleri ile tıpkı dalları ile birlikte bir ağaç
gövdesi gibi, ek kapsülleri ile destekler. Daha önceki hava üstünlüğü şimdi
200m yükseklikteki gökdelenler bölgesi tarafından ele geçirilmiştir. 140
kapsülün muhafazaları, rüzgâr ve hava koşullarına maruz kalma ve yerleşime
bağlı olarak yoğunluklarının değişmesinden etkilenmiştir. Nakagin aslında hafta
içi geç saatlere kadar çalışan beyaz yakalı işçilerin, sistem söylemiyle ’’iş
adamları’’na ekonomik barınma imkânı sunmak üzere tasarlanmış bir kapsül
oteldir. Ancak bu yapı otel formunda kullanılmamıştır. İçerisinde uygun
depolama locaları vardır ve modern şehir göçebesinin ihtiyaç duyacağı her şey
satılmaktadır.
Ancak
bu dünyanın en ünlü deneysel yaşam ve çalışma alanının denekleri artık
huzursuzluklarını yazılı olarak dile getirerek yapının yıkılmasını talep
ediyorlar. Yıkılma talebinde bulunan 100’den fazla mülk sahibi bütün dünyaya
yayılmıştır. Japonya’daki oy birliğiyle karar verme geleneği Nakagin’ de etkili
olmuştur.
Tokyo’daki yapı içinde yaşayanların başlattığı
bu kampanya 4 metreye 2,5 metrelik tasarımcının fütüristik idealizmin ürünü
kapsüllerdeki yaşamın gerçeğini yansıtıyor. Değişik kentsel yaklaşımları
Japonya’nın savaş sonrası dirilişinin simgesi haline gelen metaboilzm
hareketinin az bulunur yapısal bir örneği olan kule, şu an köhnemiş durumda.
1972
yılında inşa edilen Nakagin’in sefil ve sıkışık koşullarda yaşamaktan bıkmış
olan ve iki yıl önce binanın yıkılması yönünde oy kullanan sakinleri, şimdi
onun yerine daha modern, büyük bir kule inşa edecek yatırımcıyı bekliyorlar.
Nakagin’in hala ayakta olması ise, tarihi değerinin anlaşılıyor olmasıyla
değil, yaşanan küresel ekonomik krizle ilgili. Nakagin’in varlığı daha önce
tercih edilmemiş yolların ve farklı değerlerle şekillendirilebilerek farklı
dünyaların güçlü bir hatırlatıcısıdır. Kapsüllerin gemi pencerelerine benzeyen
daire şeklindeki pencereleri, dev gözetleme deliklerini andırıyor. Bina giderek
daha göçebe hayatlar sürmeye başlayan beyaz yakalı işçilerin sembolü oldu.
Nakagin gibi eserler artık kültür mirası değil, iş olarak görülüyor. Nakagin
kapsül kulesi mimari trajedi değil, zamanın çarpıtılmasıdır.
Kent
organiktir. İnsandan beslenir. Kente dev bir fabrika, insanına malzeme ve ürün
muamelesi yapılan bir kent, ölüme mahkum edilmiştir. Fabrikaya kar etmesini
sağlayacak yeni bir makine alma mantığıyla kente yapılan her müdahalede, kentin
insanları malzeme ve ürün olarak ayrıştırıldığı zaman, kent organik sürecinden
çıkarılır, neresinden tutarsanız tutun, elinizde kalır. Çünkü yatırımlar bir
kentte toplandığı noktada, iş gücü de bir kentte toplanır. Kent genişledikçe
kentin merkezi de genişliyor, mahalleler yıkılıyor, yüksek katlı yapılar inşa
ediliyor, yüksek katlı yapılarda çalışacak insanların yaşaması için yüksek
katlı konutlar inşa ediliyor. İşte tam burada devreye aidiyet kavramı giriyor. Peki,
sistem nereye ait olmamızı emrediyor? İnsanlar neden yüksek katlı binalarda kendini
güvende hissediyor? Çünkü artık toplum için tembel var olma durumu saplantı,
yaşam biçimi haline gelmiş durumda. İnsanlar birileri tarafından fark
edilmekten korkuyor, kalabalığın içinde yürüyüp, metro yada otobüs duraklarına
zincirleniyorlar. Sokaklar, caddeler bürokratik giysiler içindeki kadın ve
erkeklerle dolu. Modern yaşam adı altında evlerinde ya da trafikte sıkışık
kalan insanlar, sistemi sorgulamadan artık kör kuyudan kurtulmak istiyorlar.
Bireyler tembel var olma durumundan bir an olsun bile kurtulmayı düşünmüyorlar.
Kendi konutlarında yani yüksek katlı binalarında hak iddia etmekten bile çekiniyorlar.
Sistem bunu emrediyor ve sistematik bir şekilde uygulatıyor. Çağdaş kent
yaşamını biraz olsun rahatlatmak ya da hızlandırmak adına çeşitli çözüm
önerileri getirilmiş. Kurokawa’nın kapsül kulesi buna örnektir. 53,5 metre
yükseklikteki bu kapsül, insanlara 4 metre karelik kutularda yaşama olanağı
sunmuş, fakat şu an köhnemiş durumda. Yerine yeni bir gökdelen inşa edilmesi
için bekleniyor. Yani artık çözümler de çürüyor. Mahalleler üst üste konmuş
kutulara sığdırılmaya çalışılıyor. Fakat hiçbir çözüm buna yetmiyor.
Mahallelerde
yaşayan insanlar için uzaklarda başka yüksek katlı yapılar yapılıyor,
insanların adı ev olan küçücük kutulara hapsolmaları isteniyor. Bu iş imkânları,
yaşam alanları ellerinden alınmış insanlardan eğitim parası, ‘’güvenlik’’
parası, aydınlatma parası vs. parası alınıyor, hatta daha fazlası isteniyor.
Neden? Çünkü o üst üste konmuş kutuların da bir maliyeti var. Birileri
insanlara sınırlarını çiziyor, burada yaşa işte ve kenti bize bırak diyor.
Sistemin en büyük gücü insan egosuyken, gerektiği yaşam alanın da beslemesi
gereken en önemli his yine insan egosu haline geliyor. İnsanlar konforlu yaşam
adıyla, yüksek katlara, güvenlikli sitelere hapsoluyor. Önce kendini dünyaya
kapatıp, sonra sokağı kendi içinde kapalı hale getiriyor. En sonunda da kendi
‘’güvenli alanından çıkmaya korkar hale geliyor. İnsanlar kendilerini unutup,
tanımaz hale geldiklerinde kendilerine yabancılaşmış oluyorlar. Böylece
insanlar kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancı kalıyor ve
kapitalist pazarın bir unsuru olarak işleyen çarklar haline geliyorlar.
Zemin
uygun olmasa da kat sınırını aşan binalar yapılıyor, rüzgar dengesi bozuluyor,
gökdelenlerin gölgesi sokaktaki iklimi değiştiriyor.
İnsanlar
hep bir yerlere geç kalıyorlar, hava kötü yol kapandı, hava güzel herkes
sokakta, her zaman böyle olmaz diyerek kendilerini ikna ediyorlar. Sonuç olarak
insanlar beton yığınları arasında kalmış, ölüme mahkûm edilen kentleri, kendi
benliklerinden daha çok seviyorlar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)