7 Nisan 2018 Cumartesi

Yoğun ve Yorgun

    Mutluluğun göreceli olduğunu bugünlerde daha etraflıca keşfediyorum. Hevesler, umutlar, istekler, öğrenme azimleri, sabırlar... Bu malzemelerin hepsini bazen buzluğa koyabiliyor insan. Kendini dinlemek, yoluna yön vermek, ''Bi daha mı geleceğim dünyaya!'' formülünü uygulamayı gözden geçirmek, parmaklarını, rüzgarı, yalnızlığını anımsamak için bir mola aslında. Bu molaya ihtiyaç var mı ya da kimler bu molayı vermeli bilmiyorum. Bence önemli olan tüm lazım olan malzemeleri yeniden buzluktan çıkaracağını hiç aklından çıkarmamak.

    Bazen öyle çok yoruluyoruz öyle çok yorgunluğun yoğunluğunu yaşıyoruz ki '' Hiç iyi değilim.''ler dansa davet etmeye başlıyorlar. Her zaman da güçlü olmak sökmüyor demek... Kırılıveriyoruz, inceliyoruz, kopa yazıyoruz. Sonrası ya sızlanmalar ya da suskunluklar... Suyun aktığı yöne bakmayı unutuyoruz. Akıntıya kürek çekip neden olmadığına akıl sır erdirememeyi uyguluyoruz. Bu dönemde rüyalar üstümüze yağıyor. Bazen kovalıyor, bazen boğuyorlar. Ama unutmamamız gereken bir nokta var. Akıntıyı takip edip, hızlanmak için kürek çekersek, suyun kenarında papatyaların açtığını, rüzgarın sıkı sıkı sarıldığını göreceğiz.
    Sen de yoğun ve yorgun isen  bi mola ver, belki iyi gelir...


10 Mayıs 2017 Çarşamba

Zaman Zaman...

  Zaman öyle bir kavram ki; insanın bir türlü tanımlayamadığı ama tanımlamak için de sürekli tepindiği bir deniz ya da uzaktan bakınca bir avuç su... Bu suyun içinde dönüp durdukça kabuğumuz başkalaşıyor. Yeri geliyor bu kabuk saydam oluyor, yeri geliyor kaskatı kesiliyor.

  Mesela ben bu süreci hep kaydetmek istiyorum. Sürekli notlar alıyorum, fotoğraflar çekiyorum, videolar kaydediyorum ve bazen bunları sosyal medyadan paylaşıyorum. Çünkü unutmaktan çok korkuyorum. Etkilendiğim bir rüya gördüğümde de gece uyanıp onu yazıyorum. Okuduğumda yine aynı hissi yaşayabiliyorum. Yıllarca görüşmediğim birinin sesini beynimde hep canlı tuttum, çünkü o zamanlar o sesi kaydetme şansım olmamıştı. Bazı geceler beynimde o sesin pratiğini yaptım. Yıllar sonra o sesi tekrar duyduğumda yaşadığım mutluluğu buraya yazarak tarif edemem. Hem beynimde sürekli yaptığım pratiğin başarılı olduğuna, hem de o sesin hiç değişmediğine sevindim. Bunu başardığım için hala ''Bu saçmalığı iyi ki yaptın.'' diyorum kendime. Dönüp bakınca da aslında geçmiş zaman kavramını kendim oluşturmuş gibiyim. Hatırlamak istediklerimi kaydedip, beynimde canlı tutup, hatırlamak istemediklerimi zaman denen suyun dibine itiyorum.

  Artık bu konuya daha şeffaf yaklaşıyorum sanırım...  İçimdeki devasa boşluğu kenarlardan minik minik doldurarak küçültüyorum. Geriye dönünce özlemler ve pişmanlıklar bana artık bugünün tebessümünü hediye ediyor ya da bu yaşta aldığım bu hayatı olumlama kararı benim içimde sıcacık bir soba oluyor. Bende üzerine kestaneleri dizip keyif yapıyorum.

  Yani anlayacağınız şu sıralar kestane kebap!





17 Nisan 2017 Pazartesi

Yeniden...

   Çok uzun zaman oldu yayınla butonuna basmayalı. Bu sürede hep biriktirdim. Fazlalıklarımı yolda bıraktım ve yürümeye devam ettim. Sonra yürürken yıllar önce kaybettiğim çok önemli bir parçamı buldum ya da o beni buldu bilmiyorum. Bu parça yeni başlangıçlara yelken açmama sebep oldu.

   Okumak, yazmak, koklamak, keşfetmek şimdi daha keyifli sanki. Bu his ritmin dile dolanması gibi. Fark etmeden hep aynı şarkıyı söylemek gibi. Zamanı gelmiş miydi tazeliğin, yoksa zamansız tazelik mi bu kadar heyecan verici? Buna tazelik karar versin. Ama insan gerçekten sıfırlanabiliyormuş. Bu kadar kaotik bir metropolden böyle güzel hisler de yazılabiliyormuş. Kendimi hiç yazılmamış defterin ilk sayfası gibi hissediyorum. Ne yazılacağı belirsiz ama, bir yandan da bu belirsizliğin heyecanını yaşamak müthiş.
    Bir taraftan da zamanın hızına şaşırıyor insan. Evet güzel hisler insanı güçlü ve canlı kılıyor ama, zaman bağımsızlığını ilan ederek ilerliyor sanki. Bir şeyleri kendine bile anlatmadan unutuyorsun. Koşuyorsun ama bir türlü yakalayamıyorsun. Hatta dur biraz daha koşayım sonra durup dinlenirim diyorsun ama sigara gibi bir türlü bırakamıyorsun. Sigarayı bırakmak kadar radikal bir karar vermek gerekiyor sanırım. Mutluluk gibi bu da göreceli mi yoksa?



26 Aralık 2013 Perşembe


Acele et, koş, tedirgin ol, hırslan, iste, çok iste, satın al, hepsini, her rengini, her boyunu, ye, doysan da ye, hepsinin tadına bak, tabağını doldur daha çok doldur, istifle, çöpe at, yürü, ya da yürüme arabana bin...

30 Eylül 2013 Pazartesi






ARKANA BİLE BAKMA

Kent, yaratıcısını içinde yaşatabilen bir diyalektiktir. İnsan doğaya ait olmasına rağmen, doğadan kendini korumak ister ve arayış içerisine girer. Kent de böyle ortaya çıkmıştır, yani insan tarafından yaratılmıştır. Aslında baktığımızda kent, insanın değişimini de ortaya koyabilen konsept bir oluşumdur. Bu değişimde endüstriyel kapitalizm ve insanları eteğinde sallayan teknoloji göz ardı edilemez. Kent yaşamı bu temel dinamiklerin üzerine inşa edilmiştir. Bu devasa düzene kuş bakışı baktığımızda, kapitalist sistemin kar marjını arttırmak adına didinen koskocaman bir sürü gözümüze çarpar.
Kent düzeni bizi sürekli kovalar. İşe yetişiriz, otobüse yetişiriz, akşam yemeğine yetişiriz, doktor randevusuna yetişiriz, toplantıya yetişiriz. Bu yetişmeler bizi bunalttığında ise sinemaya yetişiriz, konsere yetişiriz, tiyatroya yetişiriz, alışveriş merkezinin sakin saatlerine yetişiriz, yetişiriz, yetişiriz... Hafta içi hayatının tüm bunaltıcılığı insanı eğlenme, para harcama, aktivitelere katılma zorunluluğuna iter. Yani hem ekonomiye hem de sisteme katkı sağlamış olur.
 Kentte zaman sürekli hızlanır ve o hızlandıkça adımlarımız da hızlanır. Bir bakmışız artık koşuyoruz ve ne tuhaftır ki otokontrolümüzü kaybetmişiz, artık duramıyoruz. Kentin makineyi andıran ritmi bizi de çoktan içine almıştır. Farkına bile varmadan, ancak kuralların izin verdiği ölçüde özgür yaşayabiliriz.
 Bu kaosta yaşam alanlarımız bizim için geçici bir kurtarıcıdır. Ama artık yaşam alanlarımızın sabit kalacağına ya da değişeceğine kent karar veriyor. Fiziksel ve sosyal dönüşüm kent için bir nefes alıp verme şekli olduğundan bu durumda da son sözü yine kent söylüyor. Alt sınıf kendi düzeninden, yaşam alanından koparılıp uzay boşluğuna bırakılıyor ve kalan boş alan için kent yerleştirmelere başlıyor. Sonunda yüksek vitrinlerin ardından kaosu izleyecek, farkına varacak zamanımız ve bilincimiz kalmıyor. Öyleyse bir gecede kızaran domatesin ağzımızda bıraktığı o plastik tatla tam gaz koşmaya devam!



NAKAGIN KAPSÜL KULESİ VE ÇAĞDAŞ KENT YAŞAMI

         1961 yılında Sovyet kozmonotu Yuri Gagarin uzayda, uzay kapsülü Vostok-1 ile dünya çevresinde ilk defa uçuş yapan ilk insan olarak tarihe geçmişti. Ve böylelikle kapsül; insan medeniyetinin evrenin uzak bölgelerine gidişini sağlayacak bir araç olarak görüldü.
         Japonya’da şehircilikteki büyüme ve çok devasa bina inşaatlarının patlama seviyesine çıkması ekonomik iyileşmeyi tetikledi.
         Kurusowa’nın inşa ettiği Nakagin kapsül kulesi, dünyada yaşam birimi olarak inşa edilen bir kapsül örneğidir. Nakagin 53,5 metre mütevazı yüksekliği ile eşsiz alışveriş yani tüketim bölgesi Ginza’nın üzerinde yapılmıştır. İki büyük dolaşım kulesi, merdiven boşlukları ve asansörleri ile tıpkı dalları ile birlikte bir ağaç gövdesi gibi, ek kapsülleri ile destekler. Daha önceki hava üstünlüğü şimdi 200m yükseklikteki gökdelenler bölgesi tarafından ele geçirilmiştir. 140 kapsülün muhafazaları, rüzgâr ve hava koşullarına maruz kalma ve yerleşime bağlı olarak yoğunluklarının değişmesinden etkilenmiştir. Nakagin aslında hafta içi geç saatlere kadar çalışan beyaz yakalı işçilerin, sistem söylemiyle ’’iş adamları’’na ekonomik barınma imkânı sunmak üzere tasarlanmış bir kapsül oteldir. Ancak bu yapı otel formunda kullanılmamıştır. İçerisinde uygun depolama locaları vardır ve modern şehir göçebesinin ihtiyaç duyacağı her şey satılmaktadır.
         Ancak bu dünyanın en ünlü deneysel yaşam ve çalışma alanının denekleri artık huzursuzluklarını yazılı olarak dile getirerek yapının yıkılmasını talep ediyorlar. Yıkılma talebinde bulunan 100’den fazla mülk sahibi bütün dünyaya yayılmıştır. Japonya’daki oy birliğiyle karar verme geleneği Nakagin’ de etkili olmuştur.
          Tokyo’daki yapı içinde yaşayanların başlattığı bu kampanya 4 metreye 2,5 metrelik tasarımcının fütüristik idealizmin ürünü kapsüllerdeki yaşamın gerçeğini yansıtıyor. Değişik kentsel yaklaşımları Japonya’nın savaş sonrası dirilişinin simgesi haline gelen metaboilzm hareketinin az bulunur yapısal bir örneği olan kule, şu an köhnemiş durumda.
         1972 yılında inşa edilen Nakagin’in sefil ve sıkışık koşullarda yaşamaktan bıkmış olan ve iki yıl önce binanın yıkılması yönünde oy kullanan sakinleri, şimdi onun yerine daha modern, büyük bir kule inşa edecek yatırımcıyı bekliyorlar. Nakagin’in hala ayakta olması ise, tarihi değerinin anlaşılıyor olmasıyla değil, yaşanan küresel ekonomik krizle ilgili. Nakagin’in varlığı daha önce tercih edilmemiş yolların ve farklı değerlerle şekillendirilebilerek farklı dünyaların güçlü bir hatırlatıcısıdır. Kapsüllerin gemi pencerelerine benzeyen daire şeklindeki pencereleri, dev gözetleme deliklerini andırıyor. Bina giderek daha göçebe hayatlar sürmeye başlayan beyaz yakalı işçilerin sembolü oldu. Nakagin gibi eserler artık kültür mirası değil, iş olarak görülüyor. Nakagin kapsül kulesi mimari trajedi değil, zamanın çarpıtılmasıdır.

         Kent organiktir. İnsandan beslenir. Kente dev bir fabrika, insanına malzeme ve ürün muamelesi yapılan bir kent, ölüme mahkum edilmiştir. Fabrikaya kar etmesini sağlayacak yeni bir makine alma mantığıyla kente yapılan her müdahalede, kentin insanları malzeme ve ürün olarak ayrıştırıldığı zaman, kent organik sürecinden çıkarılır, neresinden tutarsanız tutun, elinizde kalır. Çünkü yatırımlar bir kentte toplandığı noktada, iş gücü de bir kentte toplanır. Kent genişledikçe kentin merkezi de genişliyor, mahalleler yıkılıyor, yüksek katlı yapılar inşa ediliyor, yüksek katlı yapılarda çalışacak insanların yaşaması için yüksek katlı konutlar inşa ediliyor. İşte tam burada devreye aidiyet kavramı giriyor. Peki, sistem nereye ait olmamızı emrediyor? İnsanlar neden yüksek katlı binalarda kendini güvende hissediyor? Çünkü artık toplum için tembel var olma durumu saplantı, yaşam biçimi haline gelmiş durumda. İnsanlar birileri tarafından fark edilmekten korkuyor, kalabalığın içinde yürüyüp, metro yada otobüs duraklarına zincirleniyorlar. Sokaklar, caddeler bürokratik giysiler içindeki kadın ve erkeklerle dolu. Modern yaşam adı altında evlerinde ya da trafikte sıkışık kalan insanlar, sistemi sorgulamadan artık kör kuyudan kurtulmak istiyorlar. Bireyler tembel var olma durumundan bir an olsun bile kurtulmayı düşünmüyorlar. Kendi konutlarında yani yüksek katlı binalarında hak iddia etmekten bile çekiniyorlar. Sistem bunu emrediyor ve sistematik bir şekilde uygulatıyor. Çağdaş kent yaşamını biraz olsun rahatlatmak ya da hızlandırmak adına çeşitli çözüm önerileri getirilmiş. Kurokawa’nın kapsül kulesi buna örnektir. 53,5 metre yükseklikteki bu kapsül, insanlara 4 metre karelik kutularda yaşama olanağı sunmuş, fakat şu an köhnemiş durumda. Yerine yeni bir gökdelen inşa edilmesi için bekleniyor. Yani artık çözümler de çürüyor. Mahalleler üst üste konmuş kutulara sığdırılmaya çalışılıyor. Fakat hiçbir çözüm buna yetmiyor.

         Mahallelerde yaşayan insanlar için uzaklarda başka yüksek katlı yapılar yapılıyor, insanların adı ev olan küçücük kutulara hapsolmaları isteniyor. Bu iş imkânları, yaşam alanları ellerinden alınmış insanlardan eğitim parası, ‘’güvenlik’’ parası, aydınlatma parası vs. parası alınıyor, hatta daha fazlası isteniyor. Neden? Çünkü o üst üste konmuş kutuların da bir maliyeti var. Birileri insanlara sınırlarını çiziyor, burada yaşa işte ve kenti bize bırak diyor. Sistemin en büyük gücü insan egosuyken, gerektiği yaşam alanın da beslemesi gereken en önemli his yine insan egosu haline geliyor. İnsanlar konforlu yaşam adıyla, yüksek katlara, güvenlikli sitelere hapsoluyor. Önce kendini dünyaya kapatıp, sonra sokağı kendi içinde kapalı hale getiriyor. En sonunda da kendi ‘’güvenli alanından çıkmaya korkar hale geliyor. İnsanlar kendilerini unutup, tanımaz hale geldiklerinde kendilerine yabancılaşmış oluyorlar. Böylece insanlar kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancı kalıyor ve kapitalist pazarın bir unsuru olarak işleyen çarklar haline geliyorlar.
         Zemin uygun olmasa da kat sınırını aşan binalar yapılıyor, rüzgar dengesi bozuluyor, gökdelenlerin gölgesi sokaktaki iklimi değiştiriyor.
         İnsanlar hep bir yerlere geç kalıyorlar, hava kötü yol kapandı, hava güzel herkes sokakta, her zaman böyle olmaz diyerek kendilerini ikna ediyorlar. Sonuç olarak insanlar beton yığınları arasında kalmış, ölüme mahkûm edilen kentleri, kendi benliklerinden daha çok seviyorlar.